Renk tayfının kıl kadar bir kısmını görebiliyoruz, kulaklarımız oldukça sınırlı desibeller arasındaki sesleri işitebiliyor, sadece belli sıcaklık dereceleri arasında yaşayabiliyoruz.

 Üstelik gözlerimiz gördüğüne anlam, değer ve isim biçen gözümüz değil beynimiz.

 Sanki duyu organlarımızdan oluşan bir perdenin arkasındayız ve  hayatı oradan izliyoruz, tadıyoruz, duyuyoruz ve gördüğümüz zannediyoruz.

Kur’an da perdeler kalkınca görüşün nasıl da keskin olacak meali bir cümle vardır.

 Acaba o perdeler, engeller, ayraçlar duyu organlarımız mı? Eğer öyleyse gözünle görsen inanma sözü daha bir anlamlı hale gelir. 

 Yani biz insanlar sınırlandırılmış canlılarız.

 Her birimizin ağrı eşiğinin farklı olduğu söylenir. Ve her birimizin parmak, nöron bağlantıları gibi ağrı eşiği de benzersiz.

 İlaç olduğuna inanarak içilen şekerli su şifa olabiliyor. Buna plasebo etkisi deniyor.

 Yani bir taraftan da duyu organlarımızı ve sinir sistemimizi “kandırabiliyoruz”. İyileştiren ve şifa olan şekerli su değil, bizim iyileşeceğimiz yönünde kendimize verdiğimiz telkindir.

Özellikle fibromiyalji vb.  sebepsiz olduğu düşünülen ağrılar veya  rahatsızlıklarda zihinsel çalışmalar, stres yönetimi ve stres  okuryazarlığı yüz güldüren iyileşmeler sağlayabilir.

 İnsan zihni düşünce sistematiği ve oluşturduğu hormonal tepkimeler sonucu ortaya çıkan  duygusal hal ve düşünsel tercihlerle insanı hasta da edebilir, dirençli ve mutlu da kılabilir. 

 Bu yüzden olay ve olguları ele alış tarzınız sizi hasta edebildiği gibi şifa da olabilir. 

Tarihimiz çeşitli ruhsal çökkünlükleri, güçlükleri müzikle tedavi eden merkezlere sahiptir.

 Burada farklı makamlar farklı ruhsal zorluklar için farklı makamlarda şarkılar, müzikler ve su sesi adeta “ilaç” niyetine kullanılmıştır.

O halde insan müzikle iyileşebiliyorsa müzikle hasta da edilebilir.

 Çünkü müzik de bir çeşit telkindir. Batsın bu dünya diyen  şarkılar var, bir tanem söyle canım diyen şarkılar var.

“Kahkaha benden yana” sözünün sahibi filozof Friedrich Nietzsche, “uçuruma uzun süre bakarsanız uçurum da size bakmaya başlar” der. İnsan duyu organlarının maruz kalacağı sesleri, görüntüleri, fikirleri, kokuları, tatları seçerek kendini inşa eder.

 Kendini biçimlendirir, biçimlendirebilir.

 Ömrünü -elinden geldiğince- doğduğu koşullardan daha iyi, doğru  ve güzel, yaşamı ve yaşamdaki çeşitliliği destekleyen yaşam tarzlarına evriltebilir.  İnsan hayatının mimarıdır. Hermann Hesse “sadece kişiliği olanın kaderi olur der”. Kaderin pasif kurbanları değiliz

(eğer kurban olsaydık imtihan, oyun – eğlence, ahiret vb anlamsız olurdu), yaptıklarımız/ihmal ettiklerimiz, seçimlerimiz/seçmeyişlerimizle ve kararlarımızla, çabamızla kaderimizin ortak yazarıyız.

 Her şey mantıkla anlaşılamıyor, kalp devreye girmek zorunda. Kalp diri olmak zorunda.

 Ki  bir düşünür olarak Hakan Talha , “mantıksız kalmayın, mantıkla yetinmeyin” der. Kaderin ortak yazarı olmanın yolu, hem  zayıf ve polemikçi hem de çelişkiler yumağı birer insan olarak her an mantığı, benliği, nesneleri, insanları, parayı, konforu vb. tapınma nesnesi yapıverebileceğinin idrakinde olmayı gerektiriyor. 

 Yani diri bir kalp “la ilahe illallah” ı nefesine nakşedenle  birdir, birliktedir.

 

 

Dr. Kadriye IŞIKLAR PÜRÇEK