Ömür seçimler ile geçiyor.
Hangi ilde yaşayacağından, hangi fırından ekmek alacağına, çocuğunun adını ne koyacağından, hangi mesleği seçeceğine dek uzanıyor.
Madem dünyadayız hayat da böyle.
Seçmek yani karar vermek.
Karar vermek için pek çok kaynak kullanıyoruz.
Geçmiş tecrübelerimiz, okuduklarımız, duyduklarımız, izlediklerimiz, psikolojik durumumuz (ilgi, ihtiyaç, beklentilerimiz, algılarımız) vb. ile kararlar alıyoruz.
Beşer şaşar deriz yani alınan kararlar sonucu yapılan seçimler hatalı olabilir.
İnsani bir durum bu.
Mükemmel olamayan bizlerin mükemmel kararlar alması da beklenemez elbette.
Yine de en makul olanı, akla yakın ve faydalı olabilecek olanı seçmek mümkün gözüküyor.
Her seçim bir vazgeçiştir de.
Avukat olmayı seçen, öğretmenlikten vazgeçmiştir mesela.
Veya afyon kebabını seçen zülbiye yemekten vazgeçmiştir.
Yani seçmekten ve kararlar almaktan kaçış yok.
İrademiz ve seçim hakkımız olması bizi diğer canlılardan hem üstün tutan hem zorlayan bir ayrıcalık belki armağan, kimbilir.
Kendini bilen, zaafları ve ihtiyaçlarına aymış insan daha makul seçimlerle bir hayat sürebilir.
Kendini bilmek hayati bir üstünlük.
Fakat zor yanları da var.
Fıtraten kendi kendimizden ve toplumdan onay/beğeni/kabul ihtiyacı olan biz ortalama insanoğlu için kendine objektif olmak, olduğun gibi görünebilmek hiç de kolay değil.
Yapayalnız kalmak da var ucunda.
“Hem bilemiyoruz da kalp şımarmak mı istiyor yatışmak mı?”.
Kendini bilen kusurları, zaafları, açmazları, kuvvetli yönleri, güzel huylarını bilir.
Yani kendine gelir.
Kendi gibi yaşamaya başlar: Samimi, gösterişsiz, sade, belki daha hoşgörülü, zarif ve duyarlı.
Kendin olarak yaşamadığın ve davranmadığın anlar ömürden sayılmaz.
Yaşanmamış zamanlardır onlar.
Kendini bilip anlayan umulur ki insan kardeşini de anlar.
Anlayınca daha iyi anlatır ve nihayet anlaşır.
O yakın soru o uzak ülke : Kendini ne kadar tanıyor, biliyorsun biliyor musun?
Ki başkaları/öteki için bunca kesin fikirlere sahipsin.
“Kendini ıslah edemedikten, baş edemedikten, başkasının başına bela olmaktan geri duramadıktan sonra hayata ne anlam verilebilir ki?”.
Ötekinin duygu ve düşünce dünyasını bütünüyle bilmek, anlamak nüfuz etmek mümkün değilken üstelik.
Muhammed Esed, insanın yüzü tüm benliğiyle eş anlamlı olarak kullanılır diyor.
Yüzümüz bizi anlatır muhatabımıza.
“Bazı şeyler düşünerek değil üzülerek öğreniliyor”.
Üzüntü de yüzümüze bir yerinden sokulup yerleşiyor.
Yüzümüz neler anlatıyor acaba dünyaya?
Yüz sarrafı olan kitap gibi okuyor yüzümüzden bizi.
O yakın soru o uzak ülkeden, benliğimizden, ben ve benim sandığımız seçimler, tercihler, fikirler, duygular, yollar, yönler, hüzünler, sevinçlerden haber veriyor yüz sarrafı.
Yüzümüze attığımız imzayı deşifre ediyor.
Unvanlar, roller, akrabalık ilişkileri ve her şeyin ötesinde, dışında veya içinde ben kimim, ne için varım ve yaşıyorum, olan her şeyin anlamı var mı yok mu, varsa nedir, yoksa acaba nedendir?
Göz her şeyi görür bir tek kendini göremezmiş.
Yüzünüze bakanlar neler görüyor kimbilir!
Kimbilir biliyor musunuz?
Yüz sarrafı olan bilir.
*Alıntılar: Şule Gürbüz Zamanın Farkında adlı kitabı
Yorumlar
Son Haberler